RAKS MASASI
Kazağının boğaz kısmına ağzını saklamış, elleri paltosunun ceplerinde Fethi Paşa Korusu’nun tepesindeki kafede boğazı izliyordu. Soğuktan büzüşmüş, zaten küçük olan bedeni daha da küçük görünür olmuştu. El işlemesi kırmızı beresi kulaklarını örtüyor, saçlarını saklıyordu. Sadece yüzünün eşsiz güzelliğiyle karşı karşıya kalıyordum. O, yüzüme bakmamaya çalışırcasına boğazdan geçen gemilere dalarken ben de gözlerimi yüzünden ayırmadığımı fark etmesini isteyip istememek arasında çevredeki her faktörden kilometrelerce uzaklaşmışım da bembeyaz bir boşlukta yalnız ikimiz varmışız gibi hissederek karşısında oturuyordum.
-Seninle şu Üsküdar’da evimiz olmalıydı, dedim.
Bu cümlemle dikkatini çekmeyi başardığımı sandım dönüp bakmasıyla. Ancak bu birkaç saniyeden öteye gitmeyip, yüzünü yeniden uzaklara doğru çevirince çok da umursamadığını anladım.
Kırık pencereleri siyah poşetlerle kaplanmış, tüm odaları kaloriferlerle sıcacık olan evlere inat tek odanın ısındığı sobalı bir evi, sırf onunla hep aynı odada kalabilmek adına istiyordum. Kanalları düzgün çekmeyen tüplü televizyonumuza ağza alınmayacak lafları içimden söylerken ona portakal soymak istiyordum. Bütün bunları ona şimdi de içimden söylüyordum.
Birazdan masadan kalkacağını bildiğiniz birine karşı ne söyleyeceğinizi kestiremiyorsunuz ve gideceğini bilmeniz bütün kelimelerinizi ağzınıza tıkıyor. Hem zaten o an söyleyecekleriniz birazdan olacakları değiştiremiyorsa içinize doluşan hüzün boğazınızı düğümlüyor.
Biraz daha boğazı izledikten sonra bana döndü ve son olduğunu bildiğim konuşmasını yapmaya başladı. Gidecekti ve cümlelerine odaklanmak artık çok zordu. Yalnızca güzel gözlerine bakıyor, onları da gözlerimin dolmuş olması sebebiyle buğulu görüyordum. O anlatırken ben, birlikte geçen zamanımızın ve bulunduğum durumun sebebiyle kahkahalara boğulmak ile hıçkırarak ağlamak arasındaki ince çizgide raks ediyor ve tutarsız duygular sebebiyle boğuluyordum.
İşte bitirmişti neden olamayacağımızı anlattığı konuşmasını ve veda için kalkmıştı ayağa. Bu konuşmayı yazmak istemiyor ve hatırladıkça hatta unutamadıkça, aslında onunla olamadıkça hüzün doluyorum.
Kolları beni son kez sarıyor ve ben masada yine yalnız kalıyordum.
Yazar olmak istemedim, şair de. Olamadım da. Kalemim hep sitem doluydu çünkü. Sitemim olmadan elime kalem almadım. Kalemi elime almak için hep huzursuzlukla dolu olmayı beklerim. Aslında beklemem. Huzursuzluk istemem. Hayattan tek isteğim huzurdur. Huzursuzlukta nirvanaya oynamadan yazamam sadece. Anlaşılacağı üzere huzursuzum.
Kader. Bu konuda isyan etmeden nasıl yazacağımı bilmiyorum. O yüzden yazmayacağım. Ancak sanırım benimkine mutsuzluk yazılmış. Mutluluğun ne demek olduğunu unutmuştum. Nasıl mutlu olduğumu unutmuştum. Aylarca “mutluluk” kelimesini kullanmadım. Bir süre mutluyum dedim. İnsan nasıl olur da mutlu olduğu anlarda bile devamının gelmeyeceğini bilir? Sonunda yine başladığı yere döneceğini nasıl anlayabilir? Bu sanırım umutsuzluk oluyor. Umudunuz yoksa, umutsuz kalmışsanız görebiliyorsunuz. Orta dünyanın görü yeteneğine eşdeğer. Bu kez o kadar tecrübeliydim ki tadını çıkarmak istedim kaldığı müddetçe. Boynunda yerim vardı biznıs kılas. Huzurluydum. Dinleniyordum. Bazen kaderimin değişebileceğini düşünüyordum ancak o kadar yorulmuştum ki öncesinde, kendimi bu düşünceden hemen geri çekiyordum.
Ona teşekkür borçluyum. Hayatıma nefes alma şansı verdiği için, dinlendirdiği için, kolları huzur dolu olduğu için. Onu seviyorum. Pişman olursa geleceğini ama beklemememi söyledi. Benim kaderimle henüz tanışmamış olduğu için rahat konuşuyordu tabi. Benim hayatımda güzellikler daha büyük acılara dönüşmek için bulunurlar.
Kafam binlerce düşüncenin doğurduğu binlerce kelimeyle dolu. O yüzden şimdi yazmaktan da yoruldum ve kendi masamdan kendime veda ederek kalkmak istiyorum.
O, bana güzel veda etti. İnce biri. Güzel biri. Tekrar tekrar teşekkür edilesi biri. Onu seviyorum. Onu anlıyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder